Bir toplumun bireyleri, bazı deneyimler yaşamaya başladıklarında kendi kendilerine ya da yakın çevrelerine ”Ben ne yaptım da bu durumları yaşıyorum? Benim yaşamaya alıştığım toplum böyle değildi. Yaptığım işi, yaşadığım yeri biliyordum. İnsanlara güveniyordum, rahattım ve huzurluydum” demektedir. Yaşadığı ve gözlemlediği toplumsal olaylar ve ilişkiler nedeniyle bu insanlar aidiyet duygusunu sorgulamakta, yaşama sevincini, çalışma istek ve heyecanını yitirmekte, kafaları karışmakta ve bir şaşkınlık yaşamaktadırlar.
Her insan yaşadığı topluma ait olmak ve yararlı olacağına inanmak ister. Ancak, toplumu yönetenlerin haksız ve sorumsuz tutum ve davranışları, kurumları ve kanaatleri temsil edenlerin akla, hukuka, vicdana sığmayan eylemleri ve söylemleri onun değerlerini ve inançlarını sarstığında ”kararsızlık ve şaşkınlık” duygularını daha yoğun olarak yaşamaya başlarlar. Bu duygu giderek öfkeye dönüşür.
Bireyin öfkesi önce kendisine yöneliktir. Kendi kendisine duygularını niçin yönetemediğini sorar. Huzursuz olur ve durumu kontrol edebilmek için işleri ve ilişkilerini ertelemeye başlar. Bir süre sonra duyduğu huzursuzlukla ilgili sorulara cevap bulamadığında bu kez öfkesini çevresine yöneltir.
Bireyin öfkesi giderek yerini düş kırıklığı yaşayan insanın üzüntüsüne ve çaresizliğine bırakır. Birey artık bu toplumda yaşamanın bazı değerlerinden özveride bulunmayı gerektirdiğini düşünmeye başlar, morali bozulur ve motivasyonu düşer, kırgınlığını ve hoşnutsuzluğunu gerek genel görünüşü, gerekse davranışlarıyla dışa vurur. Toplumdan, toplumsal ilişkilerden ya da yaşamından memnun olmayan ve huzursuzluk içinde bulunan başka insanlarla daha fazla beraber olmaya ve daha sık görüşmeye başlar.
Sonucunun ne olacağını hiç düşünmeksizin olumsuz ve riskli davranışlara girişebilir. Diğer insanları da kendine uydurmak ve etrafına toplayabilmek için onlarla olan ilişkilerini özellikle artırabilir.
Bu aşamada o bireyin motivasyonu ve performansı iyice düşer. Kendisinin şikâyet ve kırgınlıklarını paylaşanlarla arkadaşlık ve dostluk ilişkileri giderek artar. Onun aklı ve düşüncesi artık topluma aidiyetten ve katkı sağlamaktan uzaklaşmış ve kendisinin de ne olduğunu bilmediği başka arayışlara yönelmiştir. O, kendisinden beklenen toplumsal katkıları yapmamaktadır. Çünkü bu toplum artık onun için eskisi kadar önemli değildir.
Liderlerin ve toplumu temsil eden kurumların toplumsal motivasyonun düşüşünün farkına varamadıkları ve önleyici / düzeltici eylemler gerçekleştiremedikleri durumlarda, bireylerin duyguları kopuş ve ayrılış aşamasına kadar gidebilir. Ayrılış, mutlaka toplumdan fiziksel olarak ayrılma şeklinde düşünülmemelidir. Bu, düşünsel ve zihinsel olarak toplumsal ilişkilerden uzaklaşmak anlamına da gelir. Eğer kişi, kendisinin o topluma sağlayacağı katkının farkında olan, kendini iyi tanıyan, bir değer sistemine sahip, enerjik bir insan ise kısa bir süre içinde o toplumdan (zihinsel ve düşünsel anlamda) ayrılır. Adeta, içine kapanır, kendi dünyasına çekilir, kendini o toplumdan soyutlar. Böyle bir kimsenin bu kopuşu yalnızca o insanın yetişmesi için harcanan zamanın ve kaynakların boşa gitmesi değil, aynı zamanda gelecekte topluma yararlı olacak bir değerin yitirilmesi demektir.
Her bireyin yaşadığı toplumla kendisi arasında psikolojik denilebilecek türden, yazılı olmayan bir sözleşmesi vardır. Bu sözleşme çeşitli beklenti ve umutlardan oluşur. Zaman içinde bu umutların kırılması ve beklentilerin boşa çıkması durumunda bireyin heyecanı kaybolur ve var olan psikolojik sözleşmenin de bir anlamı kalmaz. Bu durum karşısında birey, ruhsal sorunlar yaşar ve duygusal olarak kararsızlık, şaşkınlık, öfke, düş kırıklığı, geri çekilme ve ayrılış aşamalarından hızla geçer.